27 Eylül 2014 Cumartesi

Descartes'in Tanrı kavramı üzerine düşünceleri.


Descartes düşünce ve bilincin varlığından şüphe edilemeyeceği düşünür. Ama, sadece bilincimiz hakkındaki bu apaçık ve kesin bilgiyle yetinemeyiz; bilinçten dışarı çıkmak ve dışdünyadaki nesnelerin varlığı ve kendileri hakkında keşin bilgiler edinmemiz zorunludur. Descartes, bilinç ile dışdünya arasında köprü kurabilmek için tanrı fikrinden yararlanır.

Filozofa göre, insan ruhunda doğuştan bulunan (yani doğuştan sonra, duyular aracılığı ile dışardan gelmemiş olan) fikirler vardır; tanrı fikri de yani «sonsuz ve mükemmel» bir varlık hakkındaki fikir de, bu türdendir. Bu «en mükemmel» ve «en gerçek varlık» fikri bize nereden gelmiştir? Bu fikir, duyularımız yoluyla bize gelmiş olamaz, çünkü duyularımızın bize tanıttığı şeyler mükemmel ve kusursuz varlıklar değildir. Biz kendimiz de mükemmel bir yaratık değiliz; eksik ve sınırlı bir varlığız, öyleyse, bu fikri bizim ruhumuza koyan tanrının bizzat kendisidir; demek ki tanrı mevcuttur.

Descartes, tanrının varlığını ispatlamak için, ikinci bir kanıt (delil) daha kullanır. Bu kanıt, felsefe tarihinde «ontolojik kanıt» yani «varlıkbilimsel kanıt» diye ün kazanmış ve Ortaçağda Anselmus tarafından ileri sürülmüştür. H. Z. ülken'e göre, ontoloj'ik kanıtı ilk kullanan filozof İbni Sina'dır («İslam Düşüncesi», s. 257). Bu kanıtı şöyle özetleyebiliriz: Tanrıyı «en mükemmel», «en gerçek» varlık olarak kavrıyoruz. Tanrının varolmadığını düşünürsek, ondan bir özellik eksilmiş olur; varlığa sahip olmamakla, mükemmel olmaktan çıkmıştır o; çünkü mükemmel olanda, hiç bir şeyin eksik olmaması, varlığın da bulunması gereklidir. Demek ki, «en gerçek ve en mükemmel varlık» kavramını, varlığı da olan bir şeyi gösteren kavram olarak düşünmek zorundayız. Bu kavramı «varlığı olmayan bir şey» olarak düşünürsek kavramda bir çelişme ortaya çıkar. «En mükemmel ve gerçek varlığın varoiamaması» düşüncesi, mantık bakımından bir çelişme olduğuna göre, bunun karşıtının yani «en mükemmel varlığın varolması» düşüncesinin doğru olması zorunludur; demek ki tanrı vardır.

Tanrının ispatlanması, Descartes'ın felsefesi açısından büyük önem taşır. Çünkü dışdünyanın varlığını kabul etmek için, filozofun, tanrının varlığını ispat etmeye çalışması zorunludur. Böylece, düşüncenin ve kendi varlığımın kesinliğinden ve apaçıklığından, dışdünyanın varlığına geçebilirim; dışdünyanın varolduğunu, hakkında sağlam bilgiler edinebileceğimi söyleyebilirim. Descartes, tanrının insanı yanıltabileceğinden korkmuştu. Bu korkusu her şeyden şüphe ettiği zaman ortaya çıkmıştı. Ama mükemmel bir tanrının varolduğunu ileri sürüp temellendirdikten sonra, filozof, bu mükemmel varlığın yanıltıcı olamayacağını ileri sürer; çünkü yanıltıcı olsa mükemmel olmaz. Öyleyse, dışdünya vardır ve hakkında sağlam bilgiler elde edebilirim. Böylece,filozof, felsefesinin öteki araştırma alanlarına geçer.

Din ve Bilim çelişir mi?

Din ve Bilim Çatışır mı?


İslam, bilime karşı değildir, tam aksine insanları araştırmaya, düşünmeye ve bilmeye yönlendirir.
İddia edilenin aksine, bilimin ortaya koyduğu gerçekler ile çatışmadığı gibi, insanları bilimsel araştırmalar yapmaya yönlendirir. Kur'an, “İşte bu örnekler Biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara akıl erdirmez. (Ankebut Suresi, 43) ayeti ve benzer birçok ayetle insanı, gökler, yer, kendi nefsi, bedeni ve yarattığı her şey üzerinde derin düşünmeye ve araştırmaya teşvik eder.

Bilim, detaylı araştırma ve ortaya çıkardığı bulgular vesilesiyle dinin açıklayıcısıdır. Son yıllarda kaydedilen bilimsel gelişmeler hücrenin muhteşem komplekslikte yapısını, DNA'nın mucizevi özelliklerini ortaya serdi. Ve bu özellikler, hayatın başlangıcında, kâinat ve canlılığın meydana gelişinde, tesadüflerin asla söz konusu olmadığının delilleri oldu. Tüm kâinatta bir tasarım, belli kurallar, kanunlar ve süreklilik vardır.
(Bknz:insancı ilke, tasarım delili, gaye ve nizam delili,neden kaos yerine düzen var?)

Bilim ile dinin çatıştığı iddiası neden ve nasıl ortaya çıkmıştır?

Bu iddianın kaynağı, Ortaçağ'daki Enginizasyon mahkemelerinin din dışı uygulamalardır. Hıristiyanlık, kilisenin elinde maddi çıkar aracı haline gelmiş bu yanlış uygulamalar sonucu bilim baskı altına alınmış, özgür çalışma ortamı ortadan kalkmıştır. Kopernik ve Galileo'nin yaşadığı baskılar genelleştirilmiş, böylece din ve bilim birbiriyle çelişen, birbirine karşı olan iki rakip gibi görülmeye başlamıştı
.Ve günümüzde natüralist zihniyetteki kişilerin en önemli argümanları haline gelmiştir.
İslam ve bilim çelişmez. Kur'an, "... Hiç bilenlerle bilmeyenler bilenle bilmeyen bir olur mu?.." (Zümer Suresi, 9) diye sorar.
Din, bilimle ancak şu şekilde çatışır bilim objektifliğini kaybettiği, materyalist, natüralist ve ateist ideolojiler bilime müdahale ettiğinde. Bilimin doğasına ters olsa da bu durumda ideolojik sınırlar meydana gelir. Bilim adamı objektif olmalı, araştırmalarını önyargısız yapmalı ve araştırma sonuçlarını açıklarken tarafsız olmalıdır. Konuyla ilgili olarak, yaratılışın delili olabileceği için evrimci bilim adamlarının yıllarca gizlediği fosiller, Darwin'in yakın dostu ve destekçisi olan evrimci biyolog Ernst Haeckel'in sonradan kendisinin de itiraf ettiği sahte embriyo çizimleri ve yine evrimci olan diğer bilim adamlarının sahtekârlıkları örnek gösterilebilir.Örnekleri çoğaltmak mümkün sizleri sıkmamak için konuya devam ediyorum.

Prof. Dr. Arif Sarsılmaz bir makalesinde, bilim-din çatışması konusunda şunları ifade ediyor "Batılı bilim adamlarının bir kısmı, objektiflik adına, "lâboratuvara girerken inanç dünyalarını dışarıda bırakmakta", sadece 'nasıl?' sorusuna cevap aramaktadır. Bu düşüncenin temelinde, Hristiyanlıktaki din anlayışı ile ilim telâkkisi çatışması yatmaktadır. Kilise ile bilim dünyası arasındaki çatışmanın bir neticesi olarak ortaya çıkan bu duruma, çok şaşırmamak gerekir. Nitekim Batı'daki birçok bilim adamı lâboratuvarda çalışırken 'kim?' sorusunu sormaz fakat özel hayatında kendine göre bir dindarlık da yaşayabilir. Bizde ise, asla bir ilim-din çatışması yaşanmadığı halde, Hristiyanlık için kurulan darağacına İslâm'ı çekmek isteyen bazı bilim adamları, 'kim?' sorusunun sorulmasına müsaade etmedikleri gibi, 'nasıl?' sorusunun cevabını da tamamen materyalist bir anlayışla verirler."
Bilimin, kâinatın yoktan var olduğunun kesin kanıtlarına ulaşmasına ve Yaratıcının varlığına işaret etmesine rağmen, bunun doğaüstü olduğu düşüncesi kimi insanları farklı arayışlara yöneltti. Kâinatın bir başlangıcının bulunması, yoktan var edildiğini, yaratıldığını gösterir. Yaratılmış olan 'şey'in de bir Yaratıcısı olmalıdır. Zamanın ve mekânın olmadığı bir durumda, örneği olmayan bir "şey" yaratılıyor. Yaratılanı yaratan, yalnızca Yüce Allah'tır.Veya Tanrı diyin ne ad verirseniz verin bir "YARATICI" gerçeğinden kaçamazsınız



21 Eylül 2014 Pazar

Ölçme problemi

Elektronun gerek parçacık, gerekse dalga özelliği gösterir.Ve hiç bir parçacığın yapamayacağı şekilde, iki deliği olan bir engelden, ikisinden de aynı anda geçebilir. Elektronlar birbirleriyle çarpıştıklarında girişim örnekleri meydana getirirler. Yani hem parça hem de dalga özelliği gösterirler. Bu bukalemun özelliği bütün atomaltı parçacıkları için geçerlidir
Fizikçiler, elektronun bakılmadığı zaman, daima dalga hareketi gösterdiğini deneyle bulmuşlardır.Peki bakıldığında nedne bazen dalga bazen parçaçık olarak gözükmektedir? ölçüm problemi?
Yorumlarınızı bekliyorum

Ali Şeriati Biz ve İkbal

O zamanın Abbas gibi faizcileri, Ebu Süfyan gibi deve sahipleri, Ümeyye bin Halef gibi köle tacirleri, Ebu Leheb gibi küçük esnafları, bugünün Rockefeller, Ford ve Morgan gibi ailelerine, General Motor, General Westinghouse, Crupp, Manhetheim, Standart Oil, Aramco, Crysler, Oean ve Natianol gibi şirketlerine dönüşmüştür.

Sıcak para aslında ne kadar sıcak?


Soru şudur; ABD neden Erdoğan’ı gözden çıkarmaz?
Bu sorunun cevabı; yaşadığımız 13 yılda zaten verildi. Verildi ama görülmeyen cevaplar var. Onları açalım istedik.
Son zamanlarda Suriye ve Mısır meselesinde, ayrı düşmüş olsalar bile, ABD’nin Erdoğan’a desteği tam olarak devam ediyor.
İsrail’in Gazze’ye saldırısı sebebiyle, Erdoğan’ın İsrail aleyhindeki söyleminin, tamamen iç siyasete dönük olduğunu, hem İsrail hem de ABD biliyor.
Seçimden sonra, İsrail’e karşı kullandığı dili değiştirir. İsrail meselesi kapanır.
Eğer ABD Erdoğan’ı ya da siyasi iktidarı düşürmek istese, en fazla on beş gününü alır.
400 milyar dolar dış borcu, 60 milyar dolar cari açığı olan bir ülkede, iktidarı düşürmek için, iki ABD para spekülatörünün para hareketleri yeterlidir.
Dış parayı çektiğinizde, dolar üç liraya çıkar. İthalat sıfırlar. İthalata bağımlı sanayi durur. Kitlesel işçi çıkarmalar başlar, başta yakıt olmak üzere, temel maddelerde kuyruklar oluşur.
Böyle bir durumda, hiç olmaz diye terane tutturanların hilafına, bir Amerikancı darbe gelir. Birilerinin eli kelepçeli bir yerlere götürüldüğünü ekranlardan izlersiniz.
Türkiye’nin, dış kaynağa bu ölçüde bağlı olduğu bir ortamda, yukarıda çizdiğim belalardan kurtulmanın tek yolu devrimdir. Atatürk’ün takındığı tavrı takınmaktır.
Devrim de, halkın canını yakan bir süreçten geçilmeden gerçekleşen bir olgu değildir. Halk bağımsızlığın bedelini ödemeye hazırsa, bu süreç kolay geçilir.
Batının Erdoğan üzerindeki bazı ufak para operasyonları, kulak çekme ve yeniden hizaya getirme işidir.
Dış kaynağa bu derece bağlı olan bir ülkenin, dış kaynağı sağlayanların etkisinden çıkması olası değildir.
NATO, Dünya Bankası, Gümrük Birliği, OECD, ABD ile gizli ikili anlaşmalar bu bağlılığın ekonomik ve askeri garantileridir.
Sıcak paraya sanıldığı gibi sadece yüksek faizler ödemeyiz.
Siyasi, askeri ve sosyal bedeller de öderiz.
Asıl bedel ise toplumda yaşadığımız ayrışmadır.
Nasıl mı?
Sıçak para yukarıda anlattıklarıma rağmen kendiliğinden gelmez. Aracıları vardır. Simsarları vardır. Bankaları vardır. En önemlisi emperyal misyonla donanmış işbirlikçi kadroları vardır.
Bu kadroların oluşturduğu zümrelerle, halkın arasında uçurumlar oluşur. Başka bir ifadeyle, eşitsizlikler büyüyerek çoğalır.
Bildiğiniz gibi, gelir dağılımının aşırı bozulması, eşitsizliğin ve adaletsizliğin kaynağıdır.
Eşitsizlik(=adaletsizliğin) başlangıçta ayrışmayı, arkasından, ayrışanların çatışmasını getirir.
Yani eşitsizliğin bedeli şiddettir.
Sıcak paranın ülkemize verdiği asıl tahribat; ayrışma ve şiddettir.
Emperyal misyonla donanmış işbirlikçiler, sınıf karakterli muhalefet ve direnişler oluşmasın diye, mezhep ve etnik oluşumları kışkırtırlar. Böylece, halkın sömürgecilere karşı direncini kırmış olurlar.
Gelir dağılımının bu derece bozulduğu ülkelerde, zaten demokrasi olmaz.
Yaşadığımız sürecin kısa fotoğrafı budur.

Arapçadaki huri kelimesinin istismar edilmesi

Arapçada huri kelimesi dişil veya erkek formda değildir yani dişiye de erkeğe de hitap eder-gider ikisini de kapsar, çoğul olarak eşlik edenler-hizmet edenler anlamına gelir. Kuran'da da bu sekliyle kullanılır, ancak ataerkil zihniyet tarafından huriler, cennette erkeklerin hizmetine tahsis edilmiş -özel olarak yaratılmıs dişi varlıklar olarak anlasılmıs ve tefsir edilmiştir gerçekte ise bu ayetlerde huriler cennette erkeklerede kadınlarada vadedilmiştir. hurileri dişileştiren yorum ve okuma, bedevi ve erkek anlayısın hayal gücünün ürünü ve çarpıtmasıdır. şuanda bağnazlar ve pozitif ateistler tarafından dolaşımda tutulmaktadır ki böylesi her iki kesimde bu çarpıtmayı bolca kulanmaktadır.

Big bang hakkında aklıma takılan...?

Big bang ten önce madde yok, boşluk bile yok. Boşluğun (boş alanın) kendisi bile Big bang ile oluştu.
Pekiburadan hareketle vakum enerjisi hakkında yapılan deneyler var olan bir uzayda (mekanda) yapılıyor. oysa big bangden önce mekan denilen şey yok ise vakum enerjisi nasıl oluyor. sonuçta vakum hakkında yapılan deneyler bu evrende yapılıyor.gözlemlenen enerji big bang sonrası oluşan evrendeki bir deney..big bangden önce vakum enerjisi olduğunu nereden biliyorlar?

vakum deneyleri de var olan bir evrende gözlemleniyor.oysa uzayın olmadığı hiçlikte "bilinen evrendeki vakum enerjisinden söz etmek" ne derece doğru..belki o vakum enerjisi de big bangle ortaya çıktı ?

Kur'anda "Gün" kavramı ve diğer dinlerde gün kavramı

Kuran’da tekil olarak gün ( yevm) kelimesi tam 365 sefer geçer. Dünya güneş etrafındaki bir turu olan bir yıl yani 365 gündür. Gün kelimesinin çoğul kullanımı olan (eyyam, yevmeyn) kelimeleri ise tam 30 değer geçer. Kuran’da ay (senenin ayı anlamında) tam 12 sefer geçer. Bilindiği gibi bir sene 12 ay vardır. Gün kelimesi tüm çekimleriyle Kuran’da tam 475 sefer geçer. Bu 19’un tam 25 katıdır. Bu sayının 19 katı olmasının bir önemi vardır. Bunun dışında da 25 sayısının Güneş için ayrı bir önemi vardır. Dünya Güneşin etrafında bir yılda döndüğünde kendi ekseni etrafında 365 kere dönmüş olur. Güneş ise kendi etrafında bir yılda tam 25 sefer döner. Ayrıca 25’in katsayısı olan 19’un Güneş-Dünya-Gün kavramları bağlamında önemi vardır. Çünkü Dünya’nın, Güneş’in ve Ay’ın aynı hizaya geldiği Meton devri; 19 Dünya yılında bir oluşur.
Yani Güneş bir Meton devrinde 19×25= 475 defa kendi etrafında dönmüş olur.. Bu sayı tamı tamına gün kelimesinin tüm türevleriyle Kuran’daki geçiş sayısına eşittir. Dünya ve güneşin hareketleri ile Kuran’da gün, ay, kelimelerin tekrarlarının bu kadar ilişkili olması gerçekten tesadüf olarak düşünülemez. Bu tekrar sayıları ile Dünya ve Güneş’in hareketleri arasındaki uyum hesaplanması kolay fakat taklit edilmesi imkansız bir Kuran mucizesidir.

Ve aynı zamanda diğer tevhid dinlerindede gün yowm kelimesi kurandaki gibi bahsedilir

Kuantum teorisinin farklı yorumları

Kuantum teorisinin farklı şekillerde yorumlanmasına yol açan en temel sebeplerden biri, bu teoriyi yorumlayanların, bilimsel teorilerin doğa ile kurduğu ilişkiye karşı farklı tutumlar benimsemiş olmalarıdır. Bu tutum farkı özü itibariyle felsefidir ve önce bu teorinin farklı şekillerde bilimsel açıdan anlaşılmasına, sonra ise buna bağlı olarak çıkarsanan felsefi ve teolojik sonuçların birbirlerinden farklı olmalarına yol açmaktadır. Bilimsel teorilere karşı bu felsefi tutum farkını yaygın olarak kullanılan bir sınıflamayı takip ederek üç maddede inceleyebiliriz:
1- Bilimsel Realizm:
Bilimsel realizmin fikirlerini kabaca şöyle özetleyebiliriz: Bilimsel teorilerin bizlere çizdiği dünya resmi bir ontolojik gerçekliği ifade etmektedir, bilimlerin öngördüğü zaman, mekan, dalga gibi varlıklar gerçek varlıklardır; bilimsel teoriler keşiftirler, fakat bazılarının düşündüğü gibi icat değildirler. Elbetteki bu çok genelleyici bir tariftir ve bilimsel realizmi savunan birçok kişi de bilimsel teorilerin hatalı bir şekilde tasarlanabileceğim kabul etmişlerdir. Fakat bu tarif, böylesi bir görüşü benimseyen kişilerin, bilimsel teorilerin ontolojik statüsüne nasıl yaklaştığını görmemizi; bilimsel teorilerin ‘kendinde şey’e ulaşmamızı mümkün kıldığına inandıklarını görmemizi sağlar. Bilimsel realistlere göre bir bilimsel teorinin kabulü, bu teorinin aktardığı şekliyle dünyanın var olduğuna inancı da kapsar. Realist pozisyon, bilimsel teorilerin teknoloji üretme ve öngörülerde bulunma gibi başarılarının, bu teorilerin evrensel gerçekliği aktarmasıyla ancak açıklanabileceği şeklindeki argümanlarla savunulmaya çalışılmıştır.
Galileo ve Newton gibi birçok ünlü bilim insanı realist bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Onların epistemolojik görüşü, bilimsel teorilerinin evrenin gerçekliğini bize aktardığı yönündeydi. Einstein da aynı yaklaşımı devam ettirmiştir. Fakat, kendisinin makro fiziğe hakim teorisi olan izafiyet teorisiyle kimi hususlarda çelişen, diğer yandan paradoksal durumları çözmeden kabul eden, indeterminizm ve belirsizlik gibi unsurlar barındıran kuantum teorisinin evrendeki gerçekliği tarif ettiğini kabul etmek Einstein’ın realist yaklaşımıyla uyuşmuyordu; zaten bu teoriye karşı en etkili muhalefeti de o gerçekleştirmiştir. Einstein, bu teorinin başarılarının farkında olmasına, birçok deneyle bu teorideki görüşlerin desteklendiğini bilmesine rağmen, bu teorinin eksik olduğunu ve yeni bir teorinin bu teorinin yerini alması gerektiğini veya bu teoride bazı düzeltmelerin yapılması gerektiğini düşündü. Schrödinger, De Broglie, Dirac ve Penrose gibi ünlü bilim insanları da kuantum teorisinin eksik olduğunu ve yeni bir kuramın bu eksikliği gidermesi gerektiğini düşündüler. Sonuçta bilimsel teorilerin gerçeklikle ilişkisi hakkında benimsenen felsefi yaklaşım, kuantum teorisinin nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili farklı sonuçlar doğurmuştur; bu farklı sonuçlar ise bu teoriden çıkarsanan felsefi ve teolojik sonuçların farklı olmasına sebep olmuştur/olmaktadır. Örneğin Einsteincı yaklaşımı benimseyen birinin, din felsefesi açısından önemli bir konu olan Tanrısal etkinlikle, kuantum teorisine dayanarak savunulan indeterminist görüşü bir arada değerlendirdiğini düşünelim. Muhtemelen bu kişi, indeterminizmin teorilerimizin yetersizliklerinden kaynaklanan epistemolojik bir durum olduğunu, ontolojik bir durumu tarif etmediğini, bu yüzden Tanrısal etkinlik indeterminist bir evrende oluşuyormuşçasına felsefi ve teolojik yaklaşımlarımızı oluşturmamızın bir hata olduğunu söyleyecektir.
2- Araçsalcılık (Aletçilik):
Araçsalcı yaklaşımı benimseyenler, bilimsel teorileri pragmatik bir yaklaşımla ele alırlar. Onlara göre bilimsel teoriler gerçekliğin bir açıklaması olarak ele alınmamalıdır; önemli olan bu teorilerle öngörülerde bulunmak, gözlemleri sistematize etmek ve mühendislik gibi alanlarda bunlardan yararlanmaktır. Stephen Hawking bu görüşte olan bilim insanlarına örnek olarak verilebilir. Hawking, araçsalcı yaklaşımı pozitivizmin gereği olarak görür ve şöyle der: “Pozitivist açıdan bakıldığında, bir kişi neyin gerçek olduğunu belirleyemez. Yapabileceği tek şey, içinde yaşadığımız evreni tanımlayan matematiksel modeli bulmaktır.” Birçok bilim insanı ve felsefeci, öngörülerde bulunmada ve teknoloji üretmede başarılı olmasına karşın paradoksal unsurlar barındıran Tamamlayıcılık İlkesi’nde olduğu gibi ve sağduyuya aykırı gözüken kavramlarla ‘kendinde atom’u açıklayan kuantum teorisini, araçsalcılığı destekleyen bilimsel bir teori olarak değerlendirmişlerdir. Araçsalcı yaklaşımı kuantum teorisine uygulayanlara göre yaptığımız gözlemlerin arasında, atomda ne olup bittiğini bilemeyiz, fakat kuantum teorisinin denklemlerini olasılıkçı öngörüler için kullanabiliriz.
Bu yaklaşım kolayca anlaşılacağı gibi Kant’ın ‘kendinde şey’in ulaşılmazlığını savunan ünlü görüşünün bilim felsefesindeki izdüşümüdür. Bilim felsefesi açısından önemli bir konu olan bilimsel teorilerin ontolojik gerçeklikle nasıl ilişki kurdukları sorunu, felsefenin diğer dalları, örneğin din felsefesi için de önemlidir. Çünkü bilimsel teoriler hakkında ulaşacağımız kanaatin, bilim-din ilişkisi konusundaki yaklaşımımızda önemli belirleyici rolü olacaktır. Bilimsel teorilere araçsalcı bir yaklaşım, bilime daha mütevazı bir bakışa yol açabilir; çünkü bu bakış, bilimsel teorilerin ontolojik gerçekliği olduğu gibi açıkladığını reddeder. Bu ise bilimin dinin yerini alması gerektiği gibi, bilimi gerçekliğe ulaşmakta tek otorite olarak gören yaklaşımları savunmayı güçleştirir. Diğer yandan, bilimin sonuçlarından dinsel tezlerin desteklenmesine veya ispatlanmasına çalışan doğal teoloji savunucuları için bilimsel teorilere araçsalcı yaklaşım sorunlu olabilir. Bütün araçsalcı yaklaşımı benimseyenlerin, bilim-din ilişkisine aynı şekilde baktığını elbette söyleyemeyiz; fakat, bir genelleme yapmak gerekirse, bilimsel teorilere araçsalcı yaklaşımın, bilimi ve dini bağımsız ve birbirlerine etkisi olmayan alanlar olarak gören kompartmantalizasyoncu yaklaşımlara yol açtığı söylenebilir.
3- Kritikçi Realizm:
Bilimsel teoriler hakkındaki yaklaşımlar ‘realizm’ ve ‘araçsalcılık’ olarak ikili bir sınıflamada da incelenmiştir. Ayrıca ‘realizmi’ bir görüş, bu görüşe karşıt görüşleri ‘anti-realizm’ olarak ele almak da mümkündür; ‘anti-realizm’ ise karşımıza ‘araçsalcılık’ olarak çıkabildiği gibi ‘yapısal deneycilik’ olarak farklı isimlerle de çıkabilir. Sonuçta bu kitapta yapılan üçlü sınıflamanın dışında başka tip sınıflamalar da mümkündür; fakat realizme karşı anti-realizmin en yaygın versiyonu olan ‘araçsalcılığa’ ve ‘kritikçi realizme’ yol veren sınıflamanın, bilimsel teorilerle doğanın ilişkisini ele almada en faydalısı olduğu kanaatindeyiz.

Kritikçi realist yaklaşımı savunanlar, özellikle kuantum teorisiyle ilgili gelişmelerle; bilimsel teorilerin öngörüde bulunmayla ilgili ve teknoloji üretmedeki başarılarına dayanarak, bu teorilerin doğayı tamamen doğru olarak tarif ettiğinin iddia edilemeyeceğini söylemişlerdir. Böylece, ‘bilimlerin başarısıyla realizmi temellendirme’ olarak özetlenebilecek bilimsel realizmin en yaygın delilini reddederek, safça bir realizm dışında bir yolun kaçınılmaz olduğu sonucuna varmışlardır. Bu yaklaşımı benimseyenler, özellikle bilimin insan zihni tarafından yapıldığına ve insanın doğayı yorumlarken, gözlem ve deneyler aracılığıyla doğayla etkileşimde bulunduğuna vurgu yapmışlardır. Bilimin içinde insan unsurunun olması ve insan zihninin toplumsal şartlanmalar, önyargılar, apriori kabuller ve kapasite yetersizliği gibi sınırlılıkları, bilimsel teorilere bakışta ‘kritikçi’ unsuru gerektirir. Diğer yandan bilimlerin başarısı ‘kendinde doğa’yı olduğu gibi anladığımızı göstermese de bu başarıların, doğayla ilgili gerçekliğe kısmen de olsa ulaştığımızı gösterdiğini düşünmek mantığa ve sağduyuya uygundur. William Stoeger’in dediği gibi “Gerçekliğin üstü örtülüdür, fakat tamamen değil”. Sonuçta kritikçi yaklaşımı elden bırakmadan ‘safça olmayan bir realist yaklaşım’ geliştirmek; ‘araçsalcılığın’ bilimsel teorilerle doğanın gerçekliği arasında hiçbir bağ kurmayan yaklaşımından daha tutarlı ve sağduyuya uygun gözükmektedir. Din felsefesi ve bilim felsefesi gibi felsefe dalları açısından önemli çalışmaları olan Polkinghorne, Barbour ve Peacocke gibi günümüzün düşünürlerinin benimsediği ‘kritikçi realist’ yaklaşımın, safça realizmden ve araçsalcılıktan daha tutarlı olduğu konusunda bu düşünürlerle aynı fikirdeyiz.

Belirsizlik ilkesi

Belirsizlik ilkesi

".. Bilimciler, şüphe ve kesinsizlikle iş görmeye alışıktırlar. Tüm bilimsel bilgi kesinsizdir. Şüphe ve kesinsizlikle ilgili bu deneyim önemlidir. Ben bu deneyimin çok büyük bir değer taşıdığına ve bilimin ötesinde de genişletilmesi gerektiğine inanıyorum. İnanıyorum ki, daha önce çözülememiş herhangi bir problemi çözmek için, kapıyı bilinmeyene aralık bırakmak zorundasınız. Tam olarak doğru biçimde kestiremediğiniz olasılığa fırsat vermek zorundasınız. Aksi takdirde, eğer zihniniz önceden hazırlarsanız, problemi çözemeyebilirsiniz." R.Feynman

Belirsizlik İlkesi.
Belirsizlik İlkesi nedir? İnsanoğlu olarak bizler her şeyi bilebilir miyiz? Yoksa bilme yetimiz sınırlı mı? Kuantum kuramının Kopenhag Yorumu, "öznel idealist" bir yorum mudur? Elektron aynı anda iki delikten geçer mi?çift yarık deneyi

Otomobille yola çıkan ve bize yola çıkış saatini bildiren insanların yaklaşık da olsa saat kaçta nerede olacaklarını tahmin ederiz. Bu tahminimiz, arabayı kullananın trafik canavarı ruhuna sahip değilse çoğunlukla doğru çıkar. Bir uyduyu Dünya çevresine yerleştirmek istesek, istediğimiz uzaklıktaki bir yörüngeye yerleştirebiliriz. Klasik fizik yasaları, bize kesin öngörme olanakları verir. Örneğin bir roketin ateşlendikten sonra izleyeceği rotayı, bir süre sonra varacağı noktayı kesin olarak hesaplayabiliriz. Roketin hızını ve rotasını etkiyebilecek değişkenleri daha duyarlı ölçersek hesaplarımız daha doğru olur. Gerçekte erişebileceğimiz doğruluğun sınırı yoktur. Klasik fizikte hiçbir şey şansa bırakılmaz, fiziksel davranışlar önceden tahmin edilebilir. Oysa modern fizikte fiziksel davranışlar, olasılıklar açısından öngörülebilir.
1920'lerde Niels Bohr ve Werner Heisenberg, atomlardan daha küçük (atomaltı) taneciklerin davranışlarının ne dereceye kadar belirlenebileceğini görebilmek için düşünsel (hipotetik) deneyler tasarladılar. Bunun için taneciğin konumu ve momentumu gibi iki değişkenin ölçülmesi gerekliydi. Tanecik ya da parçacık şu anda nerededir? Kütle ve hız çarpımı nedir? Onların eriştiği sonuca göre ölçümde daima bir belirsizlik olmalıydı ve bu belirsizliklerin çarpımı Planck sabitinin 4 pi'ye bölümüne eşit veya ondan daha büyük bir sabit oluyordu. Heisenberg belirsizlik ilkesi diye anılan bu ilkeye göre: bir taneciğini konumu ve ve momentumu aynı anda tam bir duyarlılıkla ölçülemez. Örneğin bir taneciğin konumunu kesin şekilde belirleyecek bir deney tasarlasak, onun momentumunu duyarlı şekilde ölçemeyiz; momentum belirlenebiliyorsa bu kez de taneciğin konumunu belirleyemeyiz. Basit bir deyişle, eğer bir taneciğin nerede olduğunu kesin olarak biliyorsak, aynı anda taneciğini nereden geldiğini veya nereye gittiğini kesin şekilde bilemeyiz. Benzer şekilde bir taneciğini nasıl hareket ettiğini biliyorsak onun nerede olduğunu belirleyemeyiz. Bir parçacığın momentumunun ya da konumunun ayrı ayrı belirlenmesinde bir sınır yoktur. Ancak momentum ve konum aynı anda yani aynı dalga fonksiyonu için belirlenmesinde temel bir sınır vardır. Atomaltı dünyada nesneler, daima belirsizliklere neden olmalıydı. Neden böyle olması gerekiyordu?

Elektronu "Görmek"
Hidrojen atomundaki elektronu "görmek" ve hareketlerini "izlemek" istiyoruz. Bir mikroskop kullanmak zorundayız. Mikroskopta görmek istediğiniz en küçük taneciği görebilmek için tanecik boyutu ile ışığın boyutu aynı olmak zorunda. Görünür ışıktan yararlandığımız normal bir mikroskopta görülebilecek en küçük boyut yaklaşık 1000 nm dir. Bir elektron mikroskobunun çözümleme gücü ise yaklaşık 1 nm dir. Elektronu görünür ışıkla göremeyiz . Çünkü görünür ışığı, hidrojen atomuna gönderdiğimizde elektron, atomdan kopup gider; yani görünür ışık hidrojen atomunu iyonlaştırır. Yapabileceğimiz tek şey var: Dalga boyu daha küçük ışık seçmek. Durum yine değişmiyor. Çünkü elektrona çarpan fotonlar, elektronunun atom içindeki "konumunu" ve "hızı"nı değiştiriyor. Ve biz elektronu asla atomdaki gerçek konumunda göremiyoruz. Ayrıca elektrona çarpan foton, elektronun hızını ve buna bağlı olarak momentumunu (kütle ile hızın çarpımını) değiştirir. Biz bu değişmiş olan nicelikle karşılaşırız.
"Heisenberg' in belirsizlik ilkesi, bir sitemin durumunun tam olarak ölçülemeyeceğini, bu yüzden onun gelecekte tam olarak ne yapacağı konusunda kestirimde bulunulamayacağını göstermiştir. Tüm yapılabilecek şey, farklı sonuçların olasılıkları hakkında kestirimde bulunmaktır. Einsten' i o kadar huzursuz eden şey, işte bu şans ya da rasgelelik unsuru idi. Albert Einstein, fiziksel yasaların, gelecekte ne olacağına ilişkin belirli, muğlak (belirsiz) olamayan bir kestirimde bulunulmasına inanmayı reddetti. Fakat, nasıl ifade edilirse edilsin, kuantum olayı ve belirsizlik ilkesinin kaçınılmaz oldukları ve fiziğin her dalında onlarla karşılaşıldığı konusunda her tür kanıt vardır."
Foto elektrik olayın tam sonuçları, 1925 de Werner Heisenberg' in açıklamasıyla anlaşıldı.
Foto elektrik olay, bir parçacığın konumunu tam olarak ölçme olanağı tanıyordu.
Bir parçacığın ne olduğunu anlamak için onu ışığa tutmalısınız. Peki ışık, sonsuz olarak bölünebilir mi? Bu sorunun yaklaşık yüz yıl önce maddeler için sorulduğunu anımsayınız. İlk bakışta ışık niye sonsuz dilimlere ayrılmasın serzenişiyle yanıtlanır. Einstein, ışığı sonsuz küçük miktarda kullanamayacağımızı göstermiştir. En azından bir paket yani bir kuantum kullanabiliriz. Bu ışık paketi, parçacığı etkiler ve onun herhangi bir yönde bir hızla hareket etmesine yol açar. Parçacığın konumunu ne kadar duyarlı (hassas) ölçmek isterseniz, kullanmak zorunda kalacağınız paketin enerjisi o kadar büyük olur , ama ışık bu durumda parçacığı daha fazla etkiler. Ancak siz parçacığın konumunu nasıl ölçmeye çalışırsanız çalışın, konumdaki belirsizlik ile hızındaki belirsizliğin çarpımı, her zaman belirli bir minimum miktardan büyük olur. Ünlü Belirsizlik ilkesini dinlediniz, hem de Stephen Hawking' den.

(S.Hawking, Karadelikler Ve Bebek Evrenler, s:81)
Belirsizlik ilkesinin kabul edilmesi çoğumuz için kolay değildir. Einstein bile 1920' lerin ortasından 1955' te ölümüne dek bu kuramı çürütmek amacı ile yaptığı başarısız girişimlerle zamanının önemli bir kısmını harcamıştır.
Genel görelilik kuramı, artık klasik bir kuramdır; çünkü belirsizlik ilkesini kapsamıyor. Einstein de, bir klasik fizikçidir; çünkü kuantum olaylarındaki raslantıyı ve bilinemezliği kabul etmiyor.

Belirsizlik İlkesine Felsefi Saldırı


Belirsizlik İlkesi,kimi felsefeciler tarafından hala anlaşılmış görünmüyor. Onlar,doğrudan belirsizlik ilkesine karşı çıkmadan Kuantum kuramının Kopenhag Yorumuna saldırıyorlar,Heisenberg'e saldırıyorlar. Kopenhag Yorumunu, "öznel idealist" likle itham ediyorlar. Bu arada büyük Einstein'ı yanlarına almaya çalışıyorlar! Ama büyük Einstein onları şaşırtıyor. Çünkü onlar özel göreliliği ve genel göreliliği de güvenilir görmüyorlar. Dolaysıyla elde saldırılmadık kuram kalmıyor. Bu insanlar,bilimde kesinsizliği,bilimde belirsizliği kabullenemiyorlar. Doğanın böyle olmadığını kuramın eksik ve belirsiz olduğunu iddia etmeye devam ediyorlar. "Devam ediyorlar" diyorum,çünkü kurama yöneltilen bu eleştiriler 70 yıldır sürüyor. Oysa kuantum kuramı ve de bunun Kopenhag Yorumu,bu zaman diliminde gözlemlerle uyuşmaya devam ediyor. Elbette ölümsüz kuram yoktur,zaman eleğin daha dar gözeneklerini bilimin önüne dikecektir;ama bunun belirsizlik ilkesini aşamayacağı büyük bir olasılık gibi görünüyor.

Bilimin ya da bildiğinin "kesinliğini" iddia edenler, tarihte görüldüğü gibi çok tehlikeli düşüncelerdir. Böyle düşünen insanlar, değişime açık değildir;yeni şeyler öğrenmeye açık değildir. Kimi insanların akşam sabah "bir ırmakta iki kere yıkanılmaz"(Herakleitos) demesi,onun tutucu olmadığının bir kanıtı değildir. Bu insanların bilim anlayışı 19.yy mekanizmine takılıp kalmıştır.

Bir başka nokta,belirsizlik ilkesinin "insan onurunu" çiğnediği,insanın bilme olanaklarına sınır getirdiği düşüncesidir. Buna göre belirsizlik ilkesi,insanı neredeyse evrenin çok önemsiz bir varlığı haline getirmektedir. Oysa belirsizlik ilkesi,insanoğlunun yetersizliğine,güçsüzlüğüne yorulan bir gerçek değildir. Tam da tersine,belirsizlik ilkesinin keşfi, doğanın önümüze koyduğu ince bir uyarı levhasının görülmesidir. İnsanın neyi ne kadar bilebileceğini bilmesidir.Bu konuda Richart Feynman ' ın bir konuşmasını aşağıda veriyorum:

"Yasalar Nasıl Keşfedilir? "

"Orta Çağlar' da insanların basitçe çok sayıda gözlem yaptığı ve bu gözlemlerin de yasaları akla getirdiği düşünülüyordu. Fakat gerçek bu değildir. O, gözlemden daha çok imajinasyon(hayal gücü) gerektirmektedir. Bu nedenle, öncelikle konuşmamız gereken şey, yeni düşüncelerin nereden geldiğidir. Gerçekte fikirlerin geldiği sürece, nereden gelmiş olduklarının önemi yoktur. Bizim bir fikrin doğru olup olmadığını kontrol etmemizin, onun nereden geldiğiyle hiçbir ilgisi olmayan bir yolu vardır. Biz basit biçimde onu gözlemle test ediyoruz. Bu nedenle bilimde bir fikrin nereden geldiğiyle ilgilenmiyoruz.

İyi bir düşüncenin hangisi olduğuna karar veren bir otorite yoktur. Bir düşüncenin hangisi doğru olup olmadığını bulmak için bir otoriteye gitmeye ihtiyacımız kalmadı. Biz bir otoriteyi okuyabilir ve bir önerisini ele alabiliriz; sonra da onu deneyebilir ve doğru olup olmadığını bulabiliriz. Eğer doğru değilse, "otoriteler" "otoritelerinden" kaybederler.

Bilim adamları arasındaki ilişkiler başlangıçta, çoğu insanların arasında olduğu gibi ihtilaflıydı. Örneğin, fiziğin erken günlerinde bu böyleydi. fakat günümüz fizikçileri arasındaki ilişkiler son derece iyidir. Bir bilimsel argümanı tartışan taraflar arasında gülünecek birçok şey olabilir ve her iki tarafta henüz belirsizlikler bulunabilir. Taraflar yeni deneyler düşünebilir ve sonuç hakkında bahse tutuşma önerileri getirebilirler. Fizikte o kadar çok sayıda birikmiş gözlem vardır ki, daha önce yapılmış gözlemlerle uyum içinde ama daha önce düşünülmüş tüm fikirlerden farklı olan yeni bir şey ortaya atmak neredeyse imkansız hale gelmiştir.

Bu nedenle eğer birinden veya bir yerden yeni bir şey işitirseniz onu hoş karşılarsınız ve diğer kişinin niçin böyle konuştuğu hakkında tartışmazsınız.

Birçok bilim dalı bu ölçüde gelişme göstermedi ve bu dallardaki durum fiziğin erken günlerindeki gibidir. Yani çok sayıda gözlem olmadığı için birçok tartışma yapılmaktadır. Bundan söz etmemin nedeni insan ilişkilerinin ilginç özelliğidir; eğer gerçeği belirlemenin bağımsız bir yolu bulunursa ihtilaflar sona erebilir.

Çoğu insan, bilimde bir düşüncenin sahibinin arka planına ya da onun bu fikirleri açıklamasına yol açan güdülere ilgi gösterilmemesini şaşırtıcı bulmaktadır. Dinlersiniz, eğer denemeye değer bir şey, denenebilir bir şey gibi geliyorsa size, o farklı demektir. Ve eğer daha önce gözlenmiş bir şeyle açık olarak çelişmiyorsa, heyecan vericidir ve harcanan zahmetlere değer. Onun ne kadar süreyle bu konuyu incelediğinin ya da niçin sizin kendisini dinlemenizi istediğinin önemi yoktur. Bu anlamda fikrin geldiği yer de herhangi bir farklılık yaratmaz. gerçek kaynak bilinmeden kalır; biz bunu, insan beyninin imajinasyonu, yaratıcı imajinasyonu (muhayyile) olarak adlandırıyoruz. Bilinen, onun sadece bir tür enerji olduğudur.

İnsanların bilimde imajinasyon olduğuna inanmaması şaşırtıcıdır. Bilimdeki imajinasyon, sanattakinden farklı olan çok ilginç bir imajinasyon türüdür. İmajinasyon yapmaya çalışmadaki büyük zorluk şunlardan kaynaklanır; daha önce hiç görmediğiniz bir şey olacak, daha önce görülmüş, ele alınmış her detayı kapsayacak, o ana kadar düşünülmüş olandan farklı olacak ve daha da ötede; kesin olacak ve herhangi bir muğlaklık içermeyecek. Bu, gerçekten zor bir şeydir.

Öte yandan, kontrol edilebilecek kuralların varlığı, bir tür mucizedir. Gravitasyonun ters kare yasası gibi bir kuralı bulmak mümkündür fakat mucize kabilinden bir şeydir. Bu tamamen anlaşılmaz bir şeydir, fakat size öngörüde bulunabilme olanağı sağlar. Bunun anlamı onun, henüz yapmadığınız bir deneyde neyin olmasını bekleyeceğinizi size söylüyor olmasıdır.

Ayrıca mutlak bir temel olarak, bilimin çeşitli kuralları karşılıklı olarak uyumlu olmalıdır. Gözlemler tamamen aynı gözlemler olduğu sürece, bir kuralı, bir öngörüyü, başka bir kuralın da başka bir öngörüyü vermesi mümkün değildir. Bu nedenle bilim, özel bir iş değildir, tamamen evrenseldir. Ben fizyolojideki atomlar hakkında konuştum; astronomi, elektrik ve kimyadaki atomlar hakkında konuştum. Bunlar evrenseldir; karşılıklı olarak uyumlu olmalıdırlar. Atomlardan oluşmayan yeni bir şeyle ortaya çıkamazsınız.

İlginçtir ki, akıl, tahminleri kurallara sokar ve kurallar en azından fizikte azalmıştır. Kimyada ve elektrikteki kuralları tek bir kurala indirgemenin güzel bir örneğini vermiştim.

Doğayı betimleyen kurallar, matematiksel kurallar olarak görünmektedir. Bu özellik, gözlemin bir yargıç hüviyetinde olmasından kaynaklanmamaktadır. Ayrıca, matematiksel olmak, bilimin zorunlu bir karakteristiği de değildir. O sadece sizin en azından fizikte güçlü öngörüler yapmaya yarayan matematiksel yasaları ifade edebilmenize imkan verir. tekrar konuya dönersek, doğa niçin matematikseldir? Bu, bir sırdır.

Şimdi önemli bir noktaya geliyorum. Eski yasalar yanlış olabilir. Bir gözlem nasıl yanlış olabilir? Niçin fizikçiler yasaları sürekli değiştiriyorlar? Yanıt öncelikle şudur ki, yasalar gözlemler değildir. İkincisi, deneyler her zaman doğru değildir. Yasalar tahmin edilmişlerdir, ekstrapole edilmişlerdir. Onlar sadece şimdiye kadar süzgeçten geçmiş olan iyi tahminlerdir. Ancak şimdiki süzgeçlerin delikleri, daha önce kullanılan süzgeçlerin deliklerinden daha küçüktür. Bu nedenle yasa şimdi süzgeçte kalarak yakalanabilir. Yasalar, tahminlerdir ve bilinmeyene extrapole edilmişlerdir. Ne olacağını bilmiyorsanız, bir tahminde bulunursunuz.

Örneğin bir şeyin hareketinin onun ağırlığını etkilemeyeceğine inanılıyordu - bu keşfedilmişti - . Eğer bir topacı döndürür ve tartarsanız ve sonra onu durdurduğunuzda tartarsanız, aynı ağırlıkta olduğunu görürsünüz. Bu bir gözlemin sonucudur. fakat bir şeyi, ondalık basamakların çok küçük bölümlerinde, milyarda bir bölümlerinde tartamazsınız. Biz şimdi biliyoruz ki, dönmekte olan bir topaç, durmakta olan bir topaçtan milyarlardan küçük birkaç bölüm kadar daha ağır gelmektedir. Eğer topaç, saniyede 186.000 mile yakın bir hızda döndürebilirse, ancak o zaman topacın ağırlığındaki artış farkedilebilir duruma gelebilecektir. İlk deneylerde topaç saniyede 186.000 milden aşağıdaki hızlarla çevrilmişti. O durumda dönen topacın kütlesiyle dönmeyen topacın ki tam olarak aynı görünüyordu. Ve birisi, kütlenin asla değişmeyeceği tahmininde bulunmuştu.

Ne kadar aptalca! Oysa o sadece tahmini olarak ileri sürülmüş bir yasaydı; bir ekstrapolasyondu. O kimse için böyle bilimsel olmayan bir şey yapmıştı? Gerçekte burada bilimsel olmayan bir şey yoktu. sadece olgu kesin değildi. Tersine, tahminde bulunmamak bilimsel olmayan bir tutum sayılacaktı. Tahminde bulunmak zorunluydu. Çünkü extrapolasyon gerçekten bir değere sahip olan tek şeydir. Daha önce denemediğiniz ve hakkında bilgi sahibi olmaya değer bir durumda neler olacağına ilişkin düşüncelerinizin tek ilkesi ekstrapolasyondur. Dün neler olduğuna dair bana söyleyebileceğiniz şeylerin bilgi olarak gerçek bir değeri yoktur. Bilgi, eğer bir şey yapacaksanız, yarın neler olacağını söylemek için gereklidir. - Gerekli de değil fakat eğlenceli. Bunun için sadece boynunuzu dışarıya uzatmaya istekli olmanız gerekecektir.

Her bilimsel yasa, her bilimsel ilke, bir gözlemden elde edilen sonuçların her ifadesi, detayları dışta bırakan bir tür özettir. Çünkü hiçbir şey tüm ayrıntılarıyla ifade edilemez. Topaç örneğindeki adam, sadece yasayı şu şekilde ifade etmesi gerektiğini unutmuştu; "Bir cismin kütlesi, cismin hızı çok yüksek düzeylere çıkmadıkça fazla değişmez."

Oyunun esası, bir spesifik kural yapmak ve sonra da onun süzgeçlerden geçip geçmediğine bakmaktır. Burada spesifik tahmin, bütün durumlarda kütlenin asla değişmeyeceği yönündeydi. Heyecan verici bir olasılık! Bu durumun olmadığının anlaşılmasının zararı yoktur. Çünkü o sadece kesin olmayan bir şeydi ve kesinsiz olmanın zararı yoktur. Bir konuda hiçbir şey söylememektense, emin olmadan birşeyler söylemek daha iyidir.

Gerçek şu ki, bilimde söylediğimiz şeylerin hepsi, varılan sonuçların tümü kesinsizdir, çünkü hepsi sadece sonuçlardır. Onlar gelecekte neler olacağı hakkındaki tahminlerdir ve siz ne olacağını bilemezsiniz. Çünkü çok sayıda eksiksiz deney yapmadınız.

Öte yandan dönmekte olan bir topacın kütlesi üzerindeki bu etki çok küçüktür ve bu nedenle de "Oh, bu etki herhangi bir farklılık yaratmıyor" diyebilirsiniz. Fakat doğru olan ya da en azından ardışık süzgeçlerden geçmeyi sürdüren ve çok daha fazla gözlemle geçerliliğini devam ettiren bir yasa formüle etmek, büyük bir zekayı, imajinasyonu ve felsefemizin, uzay ve zaman anlayışımızın eksiksiz bir şekilde yenileşmesini gerektirir. Ben rölativite teorisine atıfta bulunacağım. Rölativite teorisi, ortaya çıkan zayıf etkilerin, daima çok devrimci düşünce modifikasyonlarını gerektirdiğini göstermiştir.

Bu nedenle bilimciler, şüphe ve kesinsizlikle iş görmeye alışıktırlar. Tüm bilimsel bilgi kesinsizdir. Şüphe ve kesinsizlikle ilgili bu deneyim önemlidir. Ben bu deneyimin çok büyük bir değer taşıdığına ve bilimin ötesinde de genişletilmesi gerektiğine inanıyorum. İnanıyorum ki, daha önce çözülememiş herhangi bir problemi çözmek için, kapıyı bilinmeyene aralık bırakmak zorundasınız. Tam olarak doğru biçimde kestiremediğiniz olasılığa fırsat vermek zorundasınız. Aksi takdirde, eğer zihniniz önceden hazırlarsanız, problemi çözemeyebilirsiniz.

Bir bilimci size problemin cevabını bilmediğini söylediğinde, o bilgisiz bir insandır. Nasıl çalışacağı hakkında bir sezisi olduğunu söylediğinde o konu hakkında kesinsiz durumdadır. Nasıl çalışacağı konusunda tam emin olduğunda ve size "onun çalışma tarzı budur sanıyorum" dediğinde hala bir miktar şüphe içerisindedir. İşte bilgisizlik ve şüphe arasında yaptığımız bu ayırım, gelişme yaratmak için paha biçilmez bir öneme sahiptir. Çünkü biz şüphe duyuyoruz ve o zaman yeni düşünceler için yeni doğrultularda araştırmalar öneriyoruz. Bilimin gelişme hızı, yaptığınız gözlemlerin çokluğu değildir. Çok daha önemlisi, test etmek üzere yeni şeyler yaratmadaki başarınızdır.

Eğer yeni bir yöne bakma arzusu duymamış ya da bu bakışı başaramamış olsaydık, eğer hiç şüphe duymamış ya da bilgisizliği kabul etmemiş olsaydık, yeni fikirlere sahip olamayacaktık. Hiçbir şey kontrol etmeye değer olmayacaktı. Çünkü biz gerçeğin ne olduğunu zaten biliyor olacaktık. Bu nedenle, bizim bu gün bilimsel bilgi olarak adlandırdığımız şey, kesinliğin değişik düzeylerdeki ifadelerinden oluşan bir kümedir. Bunlardan bazıları pak fazla emin olunmayan şeylerdir. Bazıları ise hemen hemen emin olunacak türdendir. Ama bunlardan hiç biri mutlak olarak kesin değildir. Bilimciler buna alışıktır. Biz biliyoruz ki, yaşayabilmek ve bilmemek, birbiriyle uyumludur. Bazı insanlar, "bilmeksizin nasıl yaşayabilirsin?" diyor. Onların ne demek istediklerini bilmiyorum. Ben daima bilmeksizin yaşıyorum. Bu kolay bir şeydir. Neyi bilmek istediğimi nasıl bilebilirsiniz?

Şüphe konusundaki bu özgürlük, bilimde (ve ben inanıyorum ki diğer alanlarda da) önemli bir konudur. Bu bir mücadeleden doğdu. Bu mücadele, şüphe duymaya, emin olmamaya imkan verilmesi mücadelesiydi. Bu mücadelenin önemini ihmalkarlık ederek unutmamızı ve şüphe için özgürlüğün terk edilmesini istemiyorum. Hoşnutluk verici bir bilgisizlik felsefenin büyük değerini ve böyle bir felsefenin mümkün kıldığı ilerlemeyi (ilerleme düşünce özgürlüğünün meyvesidir) bilen bir bilimci olarak sorumluluk hissediyorum.

Bu özgürlüğün değerini açıklamak ve şüphenin korkulacak bir şey olmadığını, tam tersine insanlık için yeni bir potansiyelin olanağı olarak hoşnutlukla karşılanması gerektiğini öğretmek için kendimde bir sorumluluk hissediyorum. Eğer emin olmadığınızı biliyorsanız, durumu değiştirmek için bir şansınız var demektir. Ben bu özgürlüğü gelecek kuşaklar için talep etmek istiyorum.

Şüphe, tüm bilimlerde açık bir değerdir. Onun öteki alanlarda da öyle olup olmadığı, çözümlenmemiş, kesinsiz bir problemdir. Gelecek konferanslarda birçok noktayı tartışmak ve şüphelenmede önemli olanı ve şüphenin endişe edilecek bir şey değil, fakat çok büyük değeri bulunan bir şey olduğunu göstermeye çalışmak için fırsat bulacağımı umuyorum.

La Mettrie ve Makine İnsan Anlayışı

La Mettrie, 18. yüz yılda yaşamış olan Fransız bir maddeci filozof ve "Ruhun Doğal Tarihi" ile "Makine-İnsan" eserleri sayesinde büyük ün kazanmış bir düşünürdür.

La Mettrie; Descartes'in hayvanların ruhları olmadığı, onların saat gibi bir makine olduğu, tinsel bir insan ruhu anlayışının gereksiz olduğu, insanın da bir makine olduğu görüşlerini kanıtlamak istemiş ve bu yönde çalışmalar yürütmüştür.

Ona göre asıl var olan, yani "töz", tamamen maddedir. Hayvanlar ve insanlar aynı yapıdaki varlıklardır; bu nedenle de insanda bedenden öte bir ruhun varlığını kabul etmek gereksizdir.